J. J ROUSSEAU’YA göre tek kurtuluş, “Yeniden doğaya dönmektir. Ancak günümüz yaşam koşullarındaki insanın doğaya dönüşü, hafta sonu kaçamakları ya da sıkıştırılmış tatillerden daha uzun olamıyor. Kaçıyoruz… Çünkü sıkılıyor, yaşadığımız kentlerde bizi çevreleyen karmaşadan biraz olsun uzaklaşmak ve soyutlanmak istiyoruz. Önceleri insanın korunma, barınma içgüdülerine cevap veren doğa, şimdilerde metropollerde yaşayan bizlere, mutluluk ve huzur veriyor; ona koşuyoruz… Sonra geri dönüyoruz…
Neden?
Çünkü insanlar ilişki kurdukları, sağlıklı oldukları, ihtiyaçlarını karşılayabildikleri ve yaşamaktan keyif alıp, mutlu oldukları yerlerle bütünleşmektedir; bütünleşmenin sağlanması için ise insanın çevresini algılaması, bilmesi, değerlendirebilmesi ve denetleyebilmesi gerekir. Çevre kelimesi Fransızca environ teriminden türeyen, “herhangi birinin etkilendiği veya içinde bulunduğu, yaşadığı koşullar veya etkenler” olarak tanımlanır. Etkileşim sisteminin insan odaklı yapısal düzeni içinde, insanın doğası gereği düzenini kolay kolay bozamaması, bütün zorluklarına rağmen bulunduğu çevreden kopamıyor, uzaklaşamıyor olması, onun kültürel ve çevresel faktörlerinden, oluşturduğu düzeninden kaynaklanmaktadır.
İnsan, çevresiyle olan ilişkilerini, tüm eylem ve davranışlarını içinde bulunduğu doğal ve yapay mekânlarda gerçekleştirmektedir. Bu yüzden insan-kültür-çevre üçlemesinin psikoloji ve davranış bilimleri içerisindeki yeri son derece önemlidir. Çünkü insan, içinde bulunduğu çevreden çeşitli uyarılar alan ve bu uyarılara semantik etkiler gösteren bir varlıktır; bu etkileşim onun sosyal çevresini oluşturmakta, zihinsel, bedensel gelişim sürecinin devamında ise yapay çevresi biçimlenerek vazgeçilmez yaşamsal alanlarını oluşturmaktadır
Mimarlık kuramcısı B. Zevi’ye göre, “iç mekân, kentsel mekân, ekonomik mekân, toplumsal mekân, entelektüel mekân, işlevsel mekân” tanımları, dekoratif değerleri ile coşku ve hayranlık yarattığı ölçüde mimarlık yapıtıdır.
Mekânların bu tanımı dikkate alındığında, yaşamsal mekânların salt görsel olmadığını, insanı çevresinden belirgin ölçülerde ayıran, eylemlerini sürdürmesine elverişli, işitsel, ısısal ve dokunsal ölçülerin de önemli olduğunu, boşlukların da mekân olarak algılanması gerektiğini düşünebiliriz. Boşluk kavramı insan için önemlidir; çünkü boşlukları gereksinimlerine göre sınırlayan ve sınıflandıran insan, mekânları yaşam biçimine göre tasarlayarak ilk mimarlık eylemini başlatmıştır…
Maslow’a göre mekân, içinde yaşayanların gereksinimlerini karşılayabildiği ve en temel biyolojik ihtiyaçlarından, en üst düzeydeki hazlarına kadar geniş bir yelpazeyi oluşturabildiği nisbette değer kazanmaktadır. İşte burada mekânın kurucusu olan tasarımcıların ve biz kullanıcıların, mekânların sadece matematiksel ve fiziksel boşluklardan oluşmadığını, mekân kavramında iç-dış ayırımının yapılamayacağını hatta teknolojik gelişmelerle sanal ve optik yöntemlerle sınırlandırılmış boşlukların da insan tarafından algılanabiliyorsa, mekân kavramı içinde değerlendirilmesi gerektiğini bilmeliyiz.
Günümüzde bilgisayar ortamlarında oluşturulan üç boyutlu simülasyonlarla mekân olgusu bambaşka bir çizgiye taşınmakta ve algılamaya yönelik bütün duyulara hitap eden sistemler, sinema salonları, bilgisayar ve televizyon karşısındaki insanlara, yaratıcılığın sınır tanımadığını bir defa daha göstermektedir.
İnsan-toplum-çevre bilimlerindeki ilişkilere ve yaklaşımlara psikolojideki temel kuramlarda yer verildiği gibi bunların tarihsel, biyolojik, fizyolojik ve sosyoekonomik etkileşimlerine yönelik kent yaşamı ölçeğinde de önemli çalışmaların yapıldığı bilinmektedir.
Psikanaliz kuramcısı Freud’un içgüdü kuramı, kişiliğin farklılaşması ve gelişmesinin ancak çevresiyle olan etkileşimiyle biçimlendiğini var saymaktadır. 1930’larda Gestalt psikolojisi yaklaşımı kapsamında Lewin’e göre ise; kişinin yaşam mekânı kavramı, kişilik ve çevre faktörlerinin oluşturduğu, olumlu veya olumsuz değerlere sahip nesnelerin zihinsel modellerinden oluşmakta, bu da kişinin çevresine ilişkin beğeni ve tercihlerini belirlemektedir. Davranışçı psikolojideki araştırmalar ise fiziksel ve toplumsal çevrenin bir uyarıcı olduğunu ve davranışsal tepkilerin bunlarla biçimlendiği kuramını ortaya koymaktadır.
İnsan ve çevre disiplinlerine özgün kuramlar geliştirenlerin başında, kentsel yaşama dönük, kentle yaşayan insanların, karmaşasına uyum sağlama süreçlerini ilk olarak inceleyen toplum bilimci Simmel (1950) gelmektedir. Weber (1958), Gans (1962) ise Amerika’da ilk defa mimarların dikkatini çekerek sokak, kamusal alanlarda yaşam, aile, konut, bar ve okullarda insan-çevre disiplini ve yaşamını araştırmıştır.
Ayrıca Çevre Tasarım Araştırmaları Birliği’nin (EDRA) Amerika’da kurulması ve Avrupa’da düzenlenen kongreler sayesinde dikkatler bu alana çekilmiştir. Çevresel psikoloji (environmental psychology) adını verdiğimiz bu alan mimarlık, sosyal antropoloji ve psikoloji gibi birçok bilim dalıyla iş birliği içinde olmuş, özellikle XX. yüzyılın başlarından itibaren insanın fizyolojik ve psikolojik yapısına olan etkilerini araştırmıştır.
Bilimsel araştırmalar, psikolojik kuramlar, etkiler ve tepkiler…
Görüldüğü gibi insanlar çevreleriyle, yaşadıkları mekânlarla sürekli iletişim halindeyken, mekânların yarattığı olumlu veya olumsuz etkiler, o atmosferin ve içinde yaşayanların karakterini, tavırlarını belirlemektedir.
Bu tavırlar genel olarak üç ana başlık altında incelenebilir:
- Davranışsal tavır: Kişinin psikolojik yapısına etki ederek onun davranışlarında kendini gösterir.
- Geliştirimsel tavır: Mekânın olumsuzluklarını gidermek için mekânla uyum sağlamaya yöneliktir.
- Lokasyonel tavır: Diğer etkileşimlerin devamı durumunda, mekânın terkedilmesi ve daha uygun mekânların seçilmesidir.
Hepimizin günlük yaşam içinde farkında olmadan gösterdiği bu tavır biçimleri aslında bağlı olduğu etkenler ve sonuçları itibariyle insanın, dolayısıyla toplumun, gelişim ve etkileşim sürecinin sınırlarını belirlemektedir.
İnsan ve çevre etkileşimi konusunun araştırılması sırasında, konunun kapsamını belirlemek amacıyla birtakım temel tesbitler yapmanın uygun olduğunu farkettim. İş yaşamının ve iş yerlerinin yüksek katlı, kompleks yapılarda şekillenmeye başladığı günümüz metropollerinde çalışan insanların, fizyolojik ve psikolojik parametrelerini, bu mekânların yaratıcıları olan mimar, iç mimar ve tasarımcı paylaşımında incelemenin günümüze ve geleceğe bakış açısından doğru olacağını düşündüm.
Ancak tasarımı, salt evrensel ya da salt yöresel çerçeveler içinde değil, toplumsal bilimlerin alanına giren, “merkez-çevre” kuramı yaklaşımı içinde algılamak ve çözümlemek “insan-tasarım ilişkisi”ni kavramamıza daha çok yardımcı olacaktır. Çünkü evrensel olan tasarım sürecini ve bunun globalleşen dünyadaki yerini, özellikle nüfusun kontrolsüz artışı, teknoloji, toplum ve pazar ilişkileri, enerji, üretim-tüketim ilişkilerinin değişimi, gelir düzeyinin dağılımı gibi birçok konunun bileşenleri belirlemektedir.
İş yerinizde mutlu musunuz? Hayır diyenleri duyar gibiyim…
İşimize ayırdığımız zamanın ömrümüzün ortalama yirmi – yirmi beş yılını oluşturduğunu düşünecek olursak, bu durumu ve işimizde geçirdiğimiz zamanın kalitesini daha sık sorgulamalıyız.
Günümüzde kurumsal yapısını oluşturmuş birçok şirkette uygulanan Wellbeing Sistemi (fiziksel ve ruhsal açıdan iyi olmak)13 ve NLP (neuro linguistic programming)14 seminer ve organizasyonlarıyla iş yerlerinde göz ardı edilen, çalışma koşullarından kaynaklanan, fizyolojik ve psikolojik sorunların önemine dikkat çekilerek analiz, anket ve performans testleriyle verimlilikler artırılmaktadır. Çünkü bu sorunlarla ilgili, görünen ve görünmeyen maliyetlerin bütçeleri nasıl etkilediği artık bilinmektedir.
Müşteri ve personel memnuniyetinin öncelikli olması gerektiği düşünüldüğünde, duygusal ya da zihinsel sorunların, önce kişilerin, sonra şirketlerin verimliliğini düşüreceği ortadadır. Moral ve motivasyon eksikliği, güvensizlik, gelecek kaygısı, iş yavaşlatma, konsantrasyon eksikliği, verimsiz çalışma, tahmin edileceği gibi kalitesiz hizmet olarak topluma geri dönmektedir. Üstü örtülü olan bu durumu ortaya çıkartmak için bu alanda hizmet veren ve kadrolarında akademisyen, doktor, iş yaşamından yöneticileri bulunduran özel şirketler, sektörlerinde öne çıkan Nokia, Sony, Philips, SAAB, Phizer, Mark&Spencer gibi devlere hizmet vermektedir.
Çağımızın hastalığı gibi görünen ve evrensel ilgi odağı haline gelen stres bu noktada karşımıza çıkmakta; iş yaşamındaki her insanın, ekonomik kaygılardan dolayı başarılı olma zorunluluğunun üzerine, çalışma koşullarının kötülüğü de eklendiğinde stres herkes için yaşamın vazgeçilmez bir parçası olmaya başlamaktadır. Lazarus’a (1991) göre stres, kişinin ortamda bulunan bir unsurun, kendisi için tehlike oluşturduğunu algılaması sonucu başlamakta ve araştırmalara göre alkolizm, kalp rahatsızlıkları, kanser gibi ciddi hastalıkların kaynağını oluşturabilmektedir.
Ancak unutulmamalı ki stresin tamamen yok edilmesi de ölümle eş anlamlıdır; başka bir deyişle mutlu olmak için de strese ihtiyacımız vardır. Yerkes-Dodson (1996) kanununa göre kişi, ancak orta düzeyde stres olduğunda en yüksek performansını göstermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, mevcut olan bu gerilimi kontrol edebilme becerisidir.
Günümüzde varlığı ve önemi yeni yeni anlaşılan insan kaynakları departmanları, çalışanlara bu konularda destek vermektedir.
İş yaşamında strese sebep olan fiziksel koşullar algılama ile başlamaktadır; insanın mekân algılamadaki duyu oranları, %60 görme, %30 işitme, %10 dokunma olarak dağılım göstermektedir. Aşırı büyük veya küçük mekânlar, asosyalleştiren yapılar, dengesiz yerleşim kompozisyonları, gürültü, kötü koku, yetersiz ışık ve hava, güvensizlik, yanlış renk seçimi gibi daha birçok etken, çalışanların psikolojisini olumsuz etkilemekte, bunların doğru bir şekilde kullanıldığı mekânlarda ise personelin daha verimli çalıştığı gözlemlenmektedir. Modern ve sağlıklı ofislere sahip şirketlerde, çalışma süresi %35, şirket kârı ise %15 artmaktadır. Şirketlerin doğru tasarlanan şık ve gösterişli ofislerle kaliteli müşteri çekeceği gerçeğinin yanında, bu çalışma ortamlarına nitelikli personelin de rağbet göstereceği unutulmamalıdır. Patron ve yöneticilerle çalışan personelin fizikî koşulları birbirine yaklaştıkça, şirket içerisindeki diyalogların ve iletişimin arttığı ve buna bağlı olarak ofiste geçirilen kaliteli zaman paylaşımıyla hiyerarşinin azaldığı gözlenmektedir.
Günümüzde iç yaşamın dış yaşamdan çok daha fazla öne çıktığı ve inşaat maliyetlerinde dekorasyona yönelik harcamaların açık ara önde gittiği bilinmektedir. Mimarlık ve iç mimarlık uygulamalarının, profesyonel ofislerce yapılması gerektiğini gören bilinçli iş verenler, zamanın ve paranın kaybına tahammül edememekte, yap-boz devrinin bu yüksek maliyetlerle sona erdiğini görmektedirler.
İşte tasarımcının rolü bu noktada başlamaktadır…
Müşteri-mimar-iç mimar ilişkisinin doğru kurulduğu projelerde, insan ve mekâna yönelik bütün detaylara, daha proje safhasında yer verildiği için tarafları memnun eden, başarılı neticeler alınmaktadır. Profesyonel ekiplerle, başarılı, rahat ve verimli çalışmaya uygun ortamları doğru maliyetlerle oluşturmak çok zor değildir. Peki bu iş Batı’da nasıl yapılmaktadır?
Batı’da sağlıklı ve huzur verici ofisler tasarlamak normlar ve kriterlerle belirlenmiştir. Avrupa ve Amerika’da yüksek katlı, çok çalışanlı yapılarda, çalışma alanlarının öncelikli kriteri, kişi başına düşen hacim ve metrekare miktarı üzerine hesaplanmakta olup, bu oran Avrupa’da 8, Amerika’da 7 metrekare olarak belirlenmiştir. Ayrıca çalışanların istedikleri zaman yalnız kalabilecekleri, sessiz ve sakin alanların oluşturulması ya da çok çalışanlı şirketlerde ortak aktivite yapılabilecek mekânların tasarlanması da verimin artmasını sağlayan etkenler arasındadır.
Ancak günümüz iş yaşamında hepimizin bu uygun çalışma koşullarını elde etmesi mümkün görünmese de, doğru çalışma ortamlarının kriterlerini bilmek ve stresten biraz olsun uzaklaşmak için şu aşağıda bahsedilen birkaç noktayı önemsemek ve günlük yaşamımıza adapte edebilmek sanırım herkesin daha mutlu ve verimli çalışmasını sağlayacaktır.
Olmazsa Olmaz Işık…
İnsanın yaşayabilmesi için hava ve suya ihtiyacı olduğu gibi doğal ışığa da gereksinimi vardır. Mimarlık tarihinin gelişim sürecinde, bütün yapı gruplarında ışık ve ışığın kullanımına dikkat edilerek yapı-insan-ışık ilişkisine önem verilmiştir. Doğal gün ışığı, zamanın ve çevrenin algılanmasının yanında sağlık, huzur, beslenme gibi birçok yaşama dair ölçütleri de içinde barındırır; çevreyi ışık sayesinde algılayan ve tanımlayan insanın, doğal ya da yapay ışık olmadan yaşamını sürdürebilmesi imkânsızdır.
Yaşadığımız mekânlarda doğal ve yapay ışığın oluşturduğu, aydınlık düzeyi, aydınlatma kalitesi ve ışığın rengi gibi unsurlar, iş doyumu ve performansı açısından da son derece önemlidir. Mekânlar tasarlanırken kullanıcıların kişilik yapıları, yaşları, sağlık durumları ve etkinlikleri göz önüne alınmalı, insan bedeninin ve ruhunun uygun şiddette ve sürede olmak kaydıyla güneşe ve ışığa gereksinimi olduğu unutulmamalıdır.
İstatiksel verilere göre günde ortalama sekiz saat kapalı ortamda çalışan ve sadece öğle tatillerinde nefes almak için (hava şartları müsait ise) dışarıya çıkan insanlar, farkında olmadan sosyal hayattan uzaklaşmakta, spor yapmak için bile yine kapalı mekânları seçmektedirler. Günümüzde gelişen teknoloji ile sayıları hızla artan ve her türlü ihtiyacın karşılandığı plazalarda, insan psikolojisi üzerinde son derece önemli etkileri olduğu bilinen doğal ışığın bir kısmı, geniş açıklıklı cam cepheler ile sağlanmaktadır.
Almanya’nın Frankfurt şehrindeki Deutsche Messe AG yönetim binası, doğal ışığın kullanımı konusundaki başarılı mimari ve iç mimari uygulamasıyla dikkati çekmektedir.
Yönetim binasının genelinde hissedilen şeffaflık, pencerelerin doğu ve güney yüzlere yerleştirilmesiyle sağlanmış, böylece ışığın yansıması, camın ısınması ve göz kamaşması gibi detaylar hesap edilerek engellenmiştir. Bu açıdan bakacak olursak, yapay ışıkla sağlanan çalışma ortamlarının optimum derecede iyi çözümlenmiş olması ve sirkülasyon alanlarında, bilgisayar, dinlenme ve sosyal aktivite alanlarının aydınlatmaya göre bilinçli bir şekilde konumlandırılması gerekmektedir.
Renkler ve Zevkler…
Uzmanlara göre insanların sevdikleri renkler aynı zamanda kişiliklerini ele vermektedir. Renklerin tedavide (kromoterapi) kullanıldığı, sinir sisteminin dengelenerek, hastalıkların önüne geçildiği ve bunun İlkçağlara kadar uzandığı bilinmektedir. Günümüzde yapılan araştırmalarda, mekândaki duvar, mobilya, aksesuar, ışık, hatta çalışanların giysilerinin renklerinin değiştirilmesi gibi deneysel yöntemlerin kişiler üzerinde olumlu veya olumsuz davranış değişikliklerine sebep olduğu görülmüştür.
Renkler doğru zamanda, doğru yerde kullanıldığında satıştan, reklama, tekstilden, finans dünyasına, sanattan, mimarlığa uzanan geniş bir yelpazede, yaşamımıza hareket getirmektedir.
Sıcak, soğuk, ılık, aydınlık ve karanlık renklerin uyandırdığı etki ve mesajlar farklıdır; kırmızı, agresif (reklam-dikkat) mavi-yeşil, dinginlik (metabolizma-yavaş), pembe-eflâtun yumuşaklık (feminen), siyah-gri (korku, asalet, sadakat, zarafet) gibi temalarla özdeşleşmişlerdir.
Ofis ortamlarında (özellikle dikkat gerektiren masa üstü çalışma alanlarında) mekânın genel renginin, gölgelenmeyi azaltmak için açık seçilmesi, konsept veya öne çıkması istenilen renklerin, image board, mobilya, aksesuar gibi devamlılık gösteren yerlerde kullanılması daha doğrudur.
Havalandırma
Günümüz iş yerlerinde doğal olmasını tercih ettiğimiz iklimlendirme, ısıtma, soğutma ve havalandırma gibi ihtiyaçlar çoğu zaman mekanik yollarla oluşturulmaktadır.
Mekânda yaşayan insanların etkinliklerine göre sıcaklık değerleri kabul edilebilir düzeyler içinde kaldığında ısısal konfor, o mekân için elde edilmiş demektir. Ofisler için ideal çalışma ısısının yaz-kış 21 derece olmasına dikkat edilmeli, düşük ya da yüksek ısının verimi olumsuz yönde etkileyeceği unutulmamalıdır.
İş yerlerinde nezle, grip gibi pek çok bulaşıcı hastalığın genellikle çalışma ortamlarındaki havadan bulaştığı göz önüne alındığında, temiz ve kirli havanın doğru sirküle edilmediği bu mekânlarda sağlıklı çalışma ortamlarının oluşturulmasından söz etmek mümkün değildir.
Ofis binalarının özellikle yemekhane ve tuvaletlerinde oluşan kötü kokuların genel havalandırma sisteminin dışında bir egzozla dışarı atılması ve yerine taze hava verilmesi gerekmektedir.
Ses
Ofislerin tasarlanmasında dikkat edilmesi gereken önemli konulardan biri de sesin kontrolüne ve doğru kullanımına yönelik çalışmalar olmalıdır. Çünkü özellikle açık ofis düzeninin tercih edilmeye başlandığı ofis dekorasyonlarında, çalışanların en çok şikâyet ettiği konuların başında gürültü gelmektedir. Personel kaynağı her ne olursa olsun, istenmeyen bütün sesleri gürültü olarak algılayacak, bu da çalışanlar arasında iletişim kopukluğuna yol açacaktır.
İş verenler tarafından gerek dekorasyon maliyetleri gerekse hiyerarşik ilişkilerin doğru sağlanması ve kontrol mekanizmasının kolay oluşturulması gibi sebeplerden dolayı açık ofis düzenleri artık daha çok tercih edilmektedir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, kapalı olması gereken toplantı odaları, yönetici odaları, server odaları, teknik oda, hizmetli odaları gibi mahallerin iç ve dış izolasyonunun doğru yapılmış ve akustik değerlerinin dikkate alınmış olmasıdır. Mavi yakalı çalışanların, yöneticilere göre daha az verimli olmalarının en önemli sebeplerinden birinin fiziksel çalışma koşullarının olumsuzluklarından kaynaklandığı bilinmektedir. Alınan teknik önlemlerin dışında, insan psikolojisinde önemli rol oynayan, moral ve motivasyon üzerindeki etkisi herkes tarafından bilinen müziğin yeri de unutulmamalıdır.
Yaşadığımız çevrenin üzerimizde bıraktığı olumlu veya olumsuz etkiler, yaşam standardımızın kalitesini belirlemektedir. Günümüzde paylaştığımız zaman dilimlerinde sürekli iletişim halinde olduğumuz dost, arkadaş, akraba, komşu gibi sosyal ve kişisel ilişkilerimizde bile hoşnutsuzluk, tatminsizlik, kıskançlık duygularına kapılabilmekteyiz.
Ancak kişisel ilişkilerdeki paylaşıma benzer bir başka paylaşımın da çevre, mekân ve donatı paylaşımı olduğunu unutmamalıyız; çünkü yaşadığımız çevreden ayrı düşünülemeyiz. Zamanını ağırlıklı olarak iş yerlerinde, kapalı mekânlarda geçiren, çalışmak, üretmek zorunda olan bizlerin, öncelikli ihtiyacı olan güvenlik, rahatlık ve huzuru, ancak bu bahsettiğimiz paylaşımlarla hissedebiliriz. Bugün bu paylaşımların ve ihtiyaçların doğru sağlanamadığı çevrelerde, metropollerin belki de önemli sorunlarından birisi olan, kişilerin fiziksel çevreye uyumsuzluğu, moral ve motivasyon eksikliği, kendine ve çevreye güvensizlik, gelecek kaygısı, sosyofobi, verimsiz çalışma ve hatta çevreye zarar verme davranış biçimi olarak kendini gösteren “vandalizm” gibi toplumun yapısının bozulmasına sebep olan sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Bütün bunların temelinde sosyokültürel yapı, ekonomi, din, eğitim gibi daha birçok bileşenlerin bulunduğunu biliyoruz. İnsan-kültür-çevre ilişkisine önem veren toplumların, yaşadıklarını, paylaştıklarını önemseyen ve sorgulayan insanlardan oluştuğunu bilerek bu sorunları sosyal sorumluluk olarak algılamak ve öncelikli değişimi kendi yaşadığımız çevreden başlatmak, mutlu olmak için doğru bir adım olacaktır.
Bir yanıt yazın